Yaşam gerçekten yakındığımız kadar kısa mı? Seneca’ya göre ortalama yaşam süresini deneyimleme şansı bulabilirsek değil.Bu noktada bir çok kişinin farklı düşündüğünü tahmin edebiliyorum .Zira genel kanı hayatın çok hızlı akıp gittiği ve maalesef hayatın sonuna henüz bir şeyleri yapamadan ulaştığımız.(Gerçi her halükarda tamamlanmamış işlerimiz olacak önce bunu bir kabul.)Böyle düşünülmesinin olası sebeplerini ve ne yapabilirizle ilgili söylemek istediklerim mevcut.Bu yazı kesinlikle koşun, durmadan bir şeyler deneyin ,konfor alanınızdan çıkın yazısı olmayacak sizi temin edebilirim.

Durmak :

Beni bu konuyu düşünmeye iten geçenlerde Seneca’dan okuduğum Mutlu Yaşam ve Yaşamın Kısalığı Üzerine kitabıydı. Seneca bu kitapta yaşamın kısa olmadığından ancak insanların mevcut zamanlarını kontrol etmeyi hayatlarının birinci meşgalesi haline getirmediklerinden bahsediyor. Burada hemen akla gelen zamanınızı değerlendirin, durmadan koşturun, meşguliyetler silsilesi yaratın öğretisi ama öyle değil.Aksine Seneca durmanız , hayatınızla ilgili ne yapmak istediğinize ve kendinizi tanımaya mesai harcamanız gerektiğini belirtiyor. Kendinizi dinlemeden  inşa ettiğiniz hayattan nasıl tatmin olabilirsiniz? Durmalısınız zira bunu hem sinir sisteminize hem kendinize borçlusunuz. Yani modern insan; bu işin ilk basamağı durmak. Dhammapa’dan bir dörtlüğü de buraya bırakmak isterim:

Dünyayı terk zor, kalmak da zor.
Senden farklı kişilerle yaşamak zor.
Sonu olmayan bir yolculukla sınandın.
Oysa durabilir ve huzuru bulabilirdin.

Sınır Koyabilmek:

Seneca’nın üstünde durduğu bir başka konu; kişilerin mallarını koruyabilmek için her şeylerini ortaya koyarken en değerli varlığı zamanını kullanırken son derece müsrif olduğu. Neden  başkalarının zamanınızı nasıl kullanacağınızı belirlemesine bu kadar kolay izin veriyorsunuz diyor? Hatta bunu gönüllü yapıyor olmamızın şaşkınlığında. Bu aslında terapistlerin de  bir hayli deneyimlediği bir durum. Danışanların çoğu zaman terapistlerden onların yerine kararlar almasını istemeleri ve bunda ısrarcı olmaları. Aslında bazen hiç tanımadığımız insanlara bile bu izni gönüllü olarak veriyor olmamız ne garip değil mi?

Harekete Geçmek:

Dino Buzzati’den Tatar Çölü’nü okumuş muydunuz? Okumadıysanız kısaca kitabı özetlemek isterim. Ana kahramanımız teğmen Drogo  ıssız bir kaleye tayin edilir. Ancak burası teğmenin hayallerindeki zaferi yaşayabileceği gibi bir kale değildir.Teğmenimiz gençtir, idealist ve azimlidir. Bir an önce o kaleden ayrılmayı hedefler.Ancak günlük hayatın içinde meşguliyetlerinin ve rutinlerinin içinde kaybolur. Bu hedefini gerçekleştirme umudu kalmayınca en azından o kalede başına gelecek büyük bir zaferin gerçekleşmesini bekler. Gençken çok olası görünen bu hedefler yaşlandıkça imkansız hale gelir. Ömrünün sonuna geldiğinde o hala kalededir ve sadece beklemiştir. Hayal ettiği gelecek gelmemiştir. Zaten o da gelmesi için beklemekten başka bir şey yapmamıştır.

Bu bekleyiş bir yerlerden tanıdık geldi mi? Hayatlarınızın neresine ne şekilde dokunuyor biraz bunu düşünme zamanı .

Kabullenme:

Nasıl bir hayat istediğini biliyorsun ve bu sürekli değişebilir evet değişebilir. Zira hayat akışkan ve insan da. Ben ne istiyorum’u düşünmek, kendine ve şartlarına  en olası uyumlu hayatı kurabilmek. Sonra da olabildiğince çabanızın farkında ve kabulünde olmak. Bu ne demek ?

Bütün bunları yapsanız da işler kontrolden çıkabilir ya da hep o istediğinize değil de yol hemen yanındakine çıkar. Çıkar çünkü hayat biraz böyledir. Siz bütün tuğlaları düzgün koyduğunuzu düşünürsünüz ve bazen koyarsınız da ama bir deprem oluverir. İşte o zamanlarda devreye giriyor durumu kabul ,çabanın farkında olma hali. Olmayanın isyanında kalmamayı, olanla didişmeme ve  akışta kalabilme halini öğrenebilmek. Olabildiğince kendine ve şartlarına  uyumlu  hayatının içinde tat alabilmek.

Anda Kalabilmek:

Neden yaşadığımız  hayat bunca kısa geliyorun bir diğer nedeni de  çoğunlukla bugünde yaşamıyoruz. Sürekli ya geçmişteyiz ya gelecekte. Acaba bir yüzdesi olsa anda kalabildiğimiz zamanların hayatımızın ne kadarı olabilirdi? Korkarım bu sonuç çoğumuz için ürkütücü olurdu.

Sabah mis gibi kokan bir kahveyi içerken ne kadar oradasınız? Güzel bir yemeği en son ne zaman keyifle yediniz? Manzara karşı oturup içtiğiniz bir çayın ne kadar tadını aldınız? Duşunuzu alıp ,kremlerinizi sürüp nevresimleri yeni değiştirilmiş yatağınıza uzandığınızda o mükemmel hissin içinde en son ne zaman kaldınız? Arkadaşınızla yaptığınız samimi güzel bir sohbetin ne kadar içindesiniz? Bu liste uzar gider.

Ezcümle Kung Fu Panda’da kaplumbağanın dediği gibi ‘Dün artık tarih oldu, yarın ise bir bilmece.Ama bugün sana bir hediye.‘ O hediyenin ne kadar farkındasınız?

Anda kalabilme pratikleri ve nöroplastisite arasındaki ilintiden bahsettiğim bu yazıya da göz atabilirsiniz.

Tam da Seneca’yı okurken ve kendi düşüncelerimi bir yere koymaya çalışırken internette bir videoya denk geldim.İranlı ünlü yönetmen Abbas Kiorastami ölüm döşeğindeyken çok sevdiği No Bahari şarkısını son kez canlı dinlemek istiyor.Genç sanatçı Solmaz Naraghi de hastane odasına giderek bu dileği gerçekleştiriyor.Hem Sadi Şirazi’nin bu şiiri içime işledi hem de neden bu şarkı merak edip anlamına baktım. Ve sözlerinin güzelliğine bakınız:

Lazım bir ömür daha,
Ölümümüzden sonra,
Zira süren ömrümüz,
Geçti umutlanmakla.

Ne dersiniz daha uzun bir hayata mı yoksa olana sahip çıkabilmeye mi ihtiyacımız var?

Videoyu da izleyebilmeniz adına buraya bırakıyorum :